
Çay ocağında çalışan genç adam hemen bir kursî yetiştirmişti Xalê Ezîz (Aziz Dayı) için. Ancak Xalê Ezîz hemen oturmadı. Paltosunun önünü açıp ellerini sobaya doğru uzattı.
“Üşüdün mü Xalê Ezîz?” diye sordu garson. Kürtçe sormuştu ve Xalê Ezîz “Erê” demekle yetindi. Sobaya arkasını döndü.
Xalê Ezîz bir an önce ısınsın diye olacak, garson eline aldığı şişle sobadaki ateşi karıştırdı, harladı. Birkaç parça odunu sobanın içine doğru fırlattı. Sobanın kapağını aceleyle ve sertçe kapattı. “Şimdi otur” dedi Xalê Ezîz’e, “Kemiklerin ısınsın.”
Çay ocağının etrafı naylon ile kapatılmıştı. İri yağmur damlalarının naylona çarparken çıkardığı ses, “Sakın dışarı çıkma” diyordu. Küçük meydanda herhangi bir yere koşturanları, adı kayyım tarafından Bilgi Evi olarak değiştirilmiş olsa da herkesin Konuk Evi demekte ısrar ettiği binanın saçak altına sığınmış insanları görebiliyordum. Yağmur dinmeden dışarı çıkmayacaktım.
Halbuki kış yağışsız bitecek, barajlar dolmayacak ve yazın su sıkıntısı çekilecek, çiftçiler zor günler yaşayacak diye endişe duyuluyordu. Yağmur iyiydi. Keşke kar da yağsa.
Hemen yanıma oturdu Xalê Ezîz. Uzun ve oldukça ağır olduğunu tahmin ettiğim paltosunun eteklerini kucağına yerleştirdi. Selamlaştık ve “Îsal zivistan dereng ma” (Bu yıl kış gecikti) dedim. İç çeker gibi, “Erê” (Evet) dedi ve “Lê wê bihar di wextê xwe de were.”
Sonra bir süre konuşmadan dışarıya, yağmura, yağmurdan kaçan insanlara baktık. Televizyon açıktı ve çay ocağının müdavimi gençler, futbol maçlarının özet görüntülerine odaklanmışlardı. Arada bazı pozisyonlara itiraz ediyor ya da heyecanlarını sevinç nidalarıyla gösteriyorlardı. Maçlar çoktan bitmiş, heyecan dinmemişti.
Garson çay servisine başlamıştı. Büyükçe bir tepsiye dizdiği çay bardaklarını, “İçer misin?” diye sormadan müşteriye uzatıyordu. Xalê Ezîz ile ben çayı şekersiz içiyorduk.
Yağmur dinmeyecek gibi görünüyordu. Televizyon hiç kapanmayacaktı. Çay servisi 15 dakikada bir devam edecekti. Xalê Ezîz ile Kürtçe dışında başka bir dille konuşsam büyük ayıp olacaktı.
*
Garson birkaç odun parçası daha attı sobaya. “Em baş germ bûn” (İyi ısındık) dedim. “Erê” dedi Xalê Ezîz, sonra dışarıda, soğukta kalanlar için dua etti.
Ara ara telefondan haberlere bakıyordum. Bunu fark etmişti Xalê Ezîz. “Telefonunda ne var” diye sordu. Lafı geveleyecek oldum, “Ji bo me çi dibêje?” (Bizim için ne diyor?) diye ısrar etti sorusunda. “Bizim için” bazı haberler vardı elbette. Kimi haberler uydurmaydı, diğerleri temenni ve tahminlerden ibaretti. Özetlemeye çalıştım ve onun sessizce kafasını sallayarak beni dinlemesini izledim.
“Kafalar karışık sanki, ne dersin?” dedim. Bu sefer hafif sırıttı Xalê Ezîz ve “Bu dava bugünün davası değil ki bugün çözülsün. Yıllardır kan birikti, nefret birikti, acı birikti. Zor olacak, çok zor olacak ama bu topraklara da özgürlük gelecek. İnşallah bu soğukta dışarıda olanların geri döndüğünü görecek bu gözler” dedi.
“Bu gözler” yeşil ve yaşlıydı. Küçülmüştü. Kaç yıldır gördüklerinden yorulmuştu fakat hala umut kıvılcımları taşıyordu.
“Erê ez bawerim, azadî û aştî wê li ser vê axê jî geş bibe” (Evet, inanıyorum, özgürlük ve barış bu topraklarda da parlayacak.) Bana söylüyordu ama gözleri dışarıdaydı, yağmurun oluşturduğu meydandaki gölette, sağanak yağmurun ardındaki eski Bağlar’daydı.
Neden sonra fark ettim, elinde tespih vardı Xalê Ezîz’in. Tespihi çekmiyordu, iki avucunun arasında ovuşturuyordu usulca. Siyah tespih iri taneli ve beyaz benekliydi. Taşımayı alışkanlık haline getirmediğim tespih, neden sabırla bir gelir bana, kim bilir.
Xalê Ezîz “süreçten” ve İmralı Heyeti’nin açıklamalarından umutluydu fakat şehir ahalisi, bir kez daha kandıracaklar bizi, kuşkusunu atamıyordu içinden. Bu yaman duygunun yarattığı tahribat, sürece desteği de zor durumda bırakıyordu.
Xaĺê Ezîz, “Ma tu ne li mitîngê bû yî?” (Sen mitingde değil miydin?) diye sordu. Belli ki, yaşına bakmadan, kendisi gitmişti mitinge. Kim bilir, belki partinin bayrağını da sallamış, gençlere uyarak slogan da atmıştı. Ben bunları düşünürken, Xalê Ezîz sorduğu sorunun cevabını beklemeden devam etti: “Partimize, vekillerimize güveniyoruz. Onlar da tecrübe kazandılar ve tuzağa düşmezler. Tuzak varsa bu da yeni bir şey değil, ilk kez öldürülmeyeceğiz. İşte buradayız ve var olduğumuz sürece de burada olacağız, haklarımızı isteyeceğiz.”
Garson elinde çay tepsisiyle başımıza dikildi. Son çayın mideme dokunacağını tahmin ediyordum ama Xalê Ezîz’i bırakıp gitmek gelmiyordu içimden.
Xalê Ezîz de içtiği çayların kafi geldiğini düşünmüş olmalıydı ki garsona, “Êdî bese” (Artık yeter) dedi. Garson hemen ayrıldı tepemizden, “Kızma Xalê Ezîz” diyerek.
Yağmurun hızı dinmişti ve akşam karanlığı çökmüştü. Xalê Ezîz evine gidecekti. Ayağa kalkıp paltosunun önünü telaş etmeden, özenle ilikledi. Paltosunun yakasını kaldırdı, şapkasını düzeltti.
Çayların parasını ödemek için didiştik. Ondan önce, ben ödeyeceğim, diye yemin edince hesabı bana bırakmaya mecbur kaldı.
Dışarıya birlikte çıktık. Yağmur çiseliyordu ve hava mis gibiydi. Acıkmıştım. “Şurada yemek yiyelim” dedim. Ayaküstü dışarıda yemek yemediğini anlattı. Yıllardır aynı kasaptan, aynı manavdan alışveriş yaptığını ve mecbur kalmadığında dışarıda asla yemek yemediğini öğrendim. Israr edemedim ve o, yağmurdan korunmak için kamburunu hafif çıkararak yürüdü gitti.
Xalê Ezîz’in söylediklerini düşündüm. Şehir yıllardır ölüm pahasına taleplerinden vazgeçmeden ayakta durdu. Daha çok da duracak gibi görünüyor.
Kardeşlik, kucaklaşma, barış, çözüm, süreç, kökünü kazımak, birlikte kazanmak… Son yıllarda en çok duyduğumuz kavramlar, temenniler, tehditler. Hepsi gerçek anlamından kopmuş ve meseleye ilgi duyanların aklını bulandırmaya amade gibi duruyor. Fakat galiba Xalê Ezîz gibi enseyi karartmadan, vaktinde gelecek baharı da umutla karşılamak gerekiyor.